Amsterdam Üniversitesi öğretim üyesi, siyaset felsefecisi Daniel Loick’in “Avrupa’nın Nekropolitikası Moria’daki Yangını Ateşledi” başlıklı yazısı 19 Eylül 2020 tarihinde ROAR Magazine’de yayımlandı. Moria’daki kamp yangınından hareketle Avrupa’nın nekropolitikasına ilişkin bir soruşturmaya girişen Loick, bizleri sınır yönetimini küresel kapitalizm ile geleneksel ulus devletin kesişiminin sonucu olarak tanımlayıp; vatandaşlık, aidiyet, sosyal refah ve demokrasi gibi kurucu nitelikteki siyasal kategorileri, sınırlar ve kamplar olmadan da işleyecek bir biçimde yeniden tasavvur etmeye ve Avrupa’nın nekropolitikasını radikal bir şekilde eleştirmeye davet ediyor. Orijinaline bu bağlantıdan ulaşabileceğiniz yazının Türkçe çevirisi GAR Göç Araştırmaları Derneği yaz stajyeri Oğuzcan Karabulut yaptı ve Fırat Çoban tarafından yayıma hazırlandı. Yazının Türkçesi'ni aşağıda bulabilirsiniz.

 

Moria mülteci kampındaki felaket Avrupalı yetkililerin insan hayatını nasıl hiçe saydığını ortaya koyuyor. Direnmek, başka bir siyaset hayal etmek anlamına geliyor.

8 Eylül’de Moria mülteci kampının tamamen yanmasından sonra, Yunanistan’ın Midilli adasındaki korkunç durumu en iyi gözler önüne seren fotoğraflardan biri, mezarlığın zemininde uyuyan insanları, mezar taşlarının yanında dinlenmeye çalışan erkekleri, kadınları ve çocukları gösteriyor. Kampın tamamen yanması ve köye giden yolların öfkeli köylüler tarafından kapanmasıyla, mültecilerin gidecek başka bir yerleri kalmadı. Sahip oldukları az sayıdaki eşyayı dahi yitiren, su, yemek, barınma, hijyen koşulları ve tıbbi yardıma erişimi olmayan bu insanlar için geriye kalan tek seçenek ölülerin yanına sığınmak.

Filozof Achille Mbembe geliştirdiği “nekropolitik” kavramı ile “ölüm-dünyaları” dediği şeyin ortaya çıkmasına sebep olan küresel siyasal rasyonaliteleri tanımladı: büyük kitleleri “yaşayan ölü” durumuna mahkum eden toplumsal koşullar. Mülteci kampını yok eden yangının neticesinde Avrupa kurumlarının ve Yunan hükümetinin insan hayatını korumak ilkesiyle hareket etmekten tamamen vazgeçtiği oldukça açık hale geldi.

İnsan haklarından bütünüyle koparılmakla kalmayan mültecilerin, siyasal hakları bir kenara, biyolojik yaşamlarının kendisi dahi gözden çıkarılabilir hale geldi: yaşamalarının ya da ölmelerinin bir önemi yok. Bunun arkasındaki mantık, salt dışlamayı – yani dışardan tehdit olarak algılanan şeylere karşı zenginliğimizi savunmayı- aşarak, yok etme düzeyine geçti. Avrupalı hükümetler artık aleni veya örtük biçimde istenmeyen nüfusu öldürmeyi amaçladıkları eylemler bütününü uygulamaya geçiriyor.

YAŞAM İMKANSIZ HALE GETİRİLDİ

Yangından önce bile kamp tehlikeli ölçüde kalabalıktı. Aslında 3000 kişi için tasarlanan kampta yaklaşık 13000 kişi su, elektrik, tıbbi malzemeler, sıhhi tesisler ve genellikle barınma imkanı olmadan yaşamaya zorlanıyordu. Sivil toplum örgütleri ve insan hakları grupları tarafından tekrarlanan uyarılar görmezden gelinirken, fiziksel mesafelenmenin mümkün olmadığı ve yeterli tıbbi yardımın bulunmadığı kampta, COVID-19 salgınının önüne geçecek etkili önlemler alınmamıştı. Bu şartlar, sistematik bir yoksunluğu ve açlığı ortaya koyduğu gibi, eş zamanlı olarak kampta yaşayanların “yavaş ölüm”e mahkumiyetini simgeliyor.

Öngörülen COVID-19 salgını baş gösterdiğinde, yetkililer kampı boşaltmak yerine, kampta yaşayanların umutsuz protestolarını kışkırtan kısıtlamalar getirdi. Mbembe’nin işaret ettiği gibi, nekropolitik şartlar altında, “direniş ve intihar, kurban etme ve kurtarılma” arasındaki çizgi bulanıklaştı. Bazı mülteciler kampı ateşe vermekten başka çare görmediler.

Alevlerin neredeyse tüm kampı yok etmesinden sonraki günler boyunca, yetkililer yeterli su, yemek, çadır ve tıbbi malzeme sağlamayı reddettiler. Çeşitli videolarda, hükümet kuruluşlarının kamyonlardan su şişeleri fırlattığını, insanları arkalarından koşmaya zorladığını, onlara hayvan gibi muamele ettiklerini gördük. Kimi sığınmacılar ise, atık su içebilmek için kanalizasyon borularını kesmekte. Aynı zamanda Alman süpermarket zinciri Lidl’ın önünde kamp kuran evsiz mültecilerin, ihtiyaç duydukları erzaktan camekanlarla acımasızca ayrılmış olarak gösteren görüntüler de mevcut.   

Bununla birlikte, Yunan polisi sivil toplum örgütlerinin ve dayanışma gruplarının besin ve uyku tulumu tedarik etmesini engellemekte, mültecilerin düzenlediği protestolara saldırırken, bağımsız medyanın da bölgeye ulaşımının da önüne geçmekte.

Bazı Avrupa ülkelerinin, insanlık dışı şartlarda yaşayan yetişkinlerin temel ihtiyaçlarına kayıtsızlık göstererek sınırlı sayıda, çoğu reşit olmayan ve kimsesiz, mülteciyi kabul etme teklifine karşılık Yunanistan Başbakanı Mitsotakis, Yunanistan’ın adayı boşaltmayacağını, bunun yerine insanları yeni kurulan geçici bir kampa dönmeye zorlayacaklarını söyleyerek, “Yunan hükümetine şantaj yapılamayacağını” açıkça belirtti.

Böylelikle, yetkililer halihazırda var olan fiziksel baskıya, mültecilerin inancını kıracak psikolojik bir boyut ekliyorlar. Bu esnada, Avrupa Birliği Sahil Güvenlik ve Sınır Ajansı FRONTEX yasadışı geri itmelere devam ederken, bir yandan da Akdeniz’de mültecileri kurtaran gemileri engelleyerek denizdeki sivil kurtarmaları suç olarak göstermeye devam ediyor. Bu pratikler bir arada düşünüldüğünde, gözden çıkarabilir bir kitlenin ölümüne artık sadece kayıtsız kalmakla yetinmeyen, sistematik ve aktif bir şekilde insan hayatını imkânsız kılan yönetimsel ve ekonomik teknikler bütününün oluştuğu gözüküyor.

YOL AYRIMINDA DURMAK

Pek çok sivil toplum örgütü ve insan hakları grupları mültecilerin içinde bulundukları koşulları kınarken, onlar için insani yardım ve adil bir sığınma prosedürü talep ediyorlar. Aslında, Moria’daki durum, Cenevre Sözleşmesini, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesini ve Avrupa hukukunun yanı sıra pek çok uluslararası yasa ve anlaşmayı ihlal etmesi bakımından sadece kayıt normlarına aykırı değil, bariz anlamda yasadışı da. Buna ek olarak,  insan hayatına evrensel bir değer atfeden modern toplumun temel ilkelerini ihlal etmesi nedeniyle alenen ahlak dışı. Avrupa’daki pek çok muhafazakâr siyasetçinin kendilerine ait gördükleri dinin etik ideallerine ters düşmesi açısından Hristiyanlığa da aykırı. Ayrıca, 2012 yılında Nobel Barış Ödülü’nü alan bir siyasal kurum için temel nitelikte olan Avrupa değerleriyle de çelişiyor. Fakat tüm bu ihlaller ne kadar açık olursa olsun, bedeli de bir o kadar az.

Tüm bu ihlallerin açıkça görmezden gelindiğini göz önüne alırsak, Moria’daki mültecilerin elinde aynı biyolojik türe ait olma zemininde şekillenen bir dayanışma talebinden başka bir şey yok:  “Ölüyoruz, ölüyoruz, ölüyoruz. Saygı duyun. İnsanız, insan haklarımız var. Lütfen bize yardım edin!”

Eğer burjuva toplumunun değerlerine ve normlarına yapılan çağrının bir önemi yoksa, Midilli’deki insani olmayan koşulların siyasal eleştirisi farklı bir yol izlemek zorunda. Çaresizce Avrupa’nın idealleri ve eylemleri arasındaki çelişkilere dikkat çekmektense, mevcut siyasi kurumları ve değerlerini daha önce hiç olmadığı kadar radikal bir biçimde sorgulamayız.

Sorunu ulus devletin, normatif ve kurumsal çerçevesinde çözmeyi ummaktansa, ilk olarak “ölüm-dünyalarını” üreten nekropolitik koşullara saldırmalıyız. Bu odak değişimi yüzyıl önce, Birinci Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde, Rosa Luxemburg’un formüle ettiği meşhur alternatifin yankısıdır: “Burjuva toplumu bir yol ayrımında duruyor, ya sosyalizm, ya barbarlık!”

Luxemburg’a göre savaş, kapitalist toplumun temel mantığının, yani emperyalist genişlemenin kaçınılmaz bir sonucuydu ve bu nedenle liberal demokrasinin statükosunu yeniden kurmaya çalışan her girişim başarısızlığa mahkumdu. Yalnızca kapitalizmin mantığından kesin bir kopuş, insanlığı savaş ve yıkımdan kurtarabilirdi.

Bugün, benzer bir yol ayrımında duruyoruz. Küresel kapitalist rejim milyonlarca insanın hayatını yok etti. Doğal kaynakların küresel şirketlerce sömürülmesi ve kirletilmesi, yerli nüfusların mülksüzleştirilerek ve yerlerinden edilerek geçim araçlarından koparılması, birkaç süper gücün jeopolitik çıkarlarınca yönlendirilen yerel siyasal kurumların istikrarsızlaşması ve yıkılması, son olarak da insan kaynaklı ekolojik felaketler, dünyanın dört bir yanındaki büyük insan kitlelerini harekete zorlayan sebepler arasında. Ekonomik küreselleşme – en azından kapitalist olmayan koşullar altında – geri döndürülemezse büyük göçler engellenemez.

Aynı zamanda, geleneksel ulus devletler, anakronistik siyasal kurumlarının düzenleri içerisinde bu yeni gerçeği temsil edebilme becerisine doğaları gereği sahip değiller. Ulus-devlet kavramı, bir toprak parçasında doğan kişiye o ülkenin vatandaşlığının garanti altına alındığı bir kurguya dayanır.. Sayıları gittikçe yükselen “devletsiz insanlar” ise bu alışılagelmiş doğum ve milliyet rabıtasında temsil edilemezler.

Giorgio Agamben’in öngördüğü üzere; Avrupalı devletler, ülkesellik ilkesini modern egemenliğin temeli olarak korumaya daha az yetkin olduklarını gösterirken, bu sorunu devletsizleri belli noktalarda yoğunlaştırmaya çalışarak, yani Moria’daki gibi mekânsal istisna halleri yaratarak çözmeyi amaçlıyor.

Kitlesel göçün hem yok olmayacağı hem de ulus devletin düzeni içinde temsil edilemeyeceği gerçeği, nekropolitik sonuçların kaçınılmazlığına işaret ediyor. Eğer sınır krizi, küresel kapitalizm ve ulus devlet gibi iki yıkıcı mantığın kesişiminin kaçınılmaz bir sonucu ise, artık insan haklarına, Avrupa değerlerine, Hristiyan hoşgörüsüne veya insani merhamete yapılan reformist çağrılar anlamsız hale gelecektir.

Eğer ulus-devlet oluşumuna daha temelden meydan okumazsak, Midilli’de ve başka yerlerde tanık olduğumuz üzere, ayırmanın ve dışlamanın, küçük düşürmenin ve alçaltmanın, yoksunluğun ve muhtemelen insan yaşamının yok edilmesinin feci mantığı sürekli yeniden üretilecektir.

Bu barbarlığa tek alternatif; vatandaşlık, aidiyet, sosyal refah ve demokrasi gibi kurucu nitelikteki siyasal kategorilerimizi, sınırlar ve kamplar olmadan da işleyecek biçimde yeniden tasavvur etmektir. Bu tasavvur, evrensel bir insani ihtiyaç olan sığınmayı ve yaşamaya elverişli koşullarda bir hayat sürmeyi mümkün kılabilecek bir dünyanın ön koşuludur.