101. Yılında Nüfus Mübadelesi

İlhan Zeynep Karakılıç*

30 Ocak 2024

Bugün yani 30 Ocak 2024, Lozan Antlaşması’ndan önce aynı barış konferansı çerçevesinde imzalanan Yunan ve Türk Halklarının Mübadelesine İlişkin Sözleşme ve Protokol’ün imzalanmasının 101. yıl dönümü. Bu protokol ile Türkiye’ye yaklaşık olarak 400 bin Müslüman-Türk gelirken, daha önceki savaşlar sırasında kaçmak zorunda kalanlar ile birlikte 1 milyon civarında Ortodoks-Rum da Yunanistan’a gitmiş oldu. Mübadele sözleşmesinden İstanbul’un Rum ve Batı Trakya’nın Müslüman sakinleri hariç tutuldu. Böylece Türk tarafının özellikle üzerinde durduğu nüfusun tektipleştirilmesinde oldukça önemli bir adım atılmış oldu, ancak birlikte yaşama kültürü de ağır yaralar aldı. Her iki ülkede de on binlerce insanı yerinden eden ve kuşaklar boyunca hatırlanan bu zorunlu göç, Yunanistan’da çeşitli vesilelerle gündemde tutulan bir konu iken, Türkiye’de uzunca bir süre resmi ya da gayri-resmi hafıza alanlarında yer almadı, unutulması tercih edildi. Mübadillerin yaşadığı zorluklar, uğradıkları ayrımcılıklar görmezden gelindi, bunları dillendirmek için kurdukları sivil toplum örgütleri kapatıldı.

1990’ların sonunda farklı kimliklerin seslerini duyurabilecekleri mecralar bulabilmeleri ama en çok da 1999 depreminin yarattığı yıkımda Yunanistan ile Türkiye’nin, biraz da mübadillerin girişimleriyle, yakınlaşması mübadeleye dair bu sessizliği yırttı. Bu sürecin sonucunda, 2001 yılında mübadelenin insani boyutu ile hatırlanmasına vesile olan pek çok adım atan Lozan Mübadilleri Vakfı kuruldu. Nüfus mübadelesi alanındaki çalışmalar hem bilim insanları hem de mübadillerin çocukları/torunlarının aile hafızalarında kalanları aktarmaya başlamasıyla ile genişledi. Örneğin, Lozan Mübadilleri Vakfı Korosu’nun 2020 yılında yayınladığı Hasretin İki Yakası albümü aslında mübadil olmayanların da bildiği pek çok Türkçe ve Yunanca şarkıyı mübadele hikâyelerinin içinden doğru yeniden kulaklarımıza taşıdı.  Cumhuriyet’in erken yıllarını anlatan kitaplarda birkaç satır ile kendine yer bulabilen ya da devlet merkezli bir şekilde anlaşılmaya çalışılan nüfus mübadelesi artık insanların mübadeleden nasıl etkilendiği, geldikleri yerleri nasıl etkiledikleri, mübadeleyi aradan geçen zamana karşı nasıl hatırladıkları, daha insani bir şekilde anlaşılmaya çalışıldı.

Ben de 2015 yılında tamamladığım doktora tezimde, sakinlerini çoğunlukla üçüncü ve dördüncü kuşak mübadillerin oluşturduğu Samsun, Bafra’daki bir köyde, mübadelenin günlük hayatta nasıl hatırlandığını anlamaya çalıştım. Saha çalışması için köye ilk gittiğim seferlerden birinde yukarıda fotoğrafını gördüğünüz Atatürk büstünü ve altındaki “mübadiller kaybedilmiş toprakların milli hatırlarıdır” yazısı dikkatimi çekmişti. Sözün daha çok bilinen hali “muhacirler kaybedilmiş toprakların aziz hatırlarıdır” şeklinde olduğu için, neden böyle bir değişiklik yaptıklarını muhtara sordum. O da sözün aslının benim bildiğim gibi olduğunu, köye bir Atatürk büstü yaptırmak istedikleri için bu sözü seçtiklerini, köy de bir mübadil köyü olduğu için böylesinin daha uygun olduğunu belirtti. Lozan Antlaşması ile ilgili tartışmaların yeni yeni alevlendiği, ancak Balkan göçmenlerinin aidiyetlerinin hep tartışıldığı zamanlarda muhtarın müdahalesini çok çarpıcı bulmuştum. Muhtar, “muhacir” yerine “mübadil”, “aziz” yerine de “milli” kavramını koyarak aslında köyün mübadil kimliğini hem diğer kimliklerden ayırıyordu hem de mübadilliğin milliliğini vurguluyordu. Saha çalışmam ilerledikçe bu iki noktayı birlikte vurgulamanın köy halkı için ne kadar önemli olduğunu daha iyi anladım. 

Köyde “mübadillik” ile “milliliğin” vurgulandığı ve bunun günlük hayatta görünür hale geldiği esas alan ise tütün üretimi idi. Uzman tütün üreticileri oldukları için Türkiye’nin önemli tütün üretim alanlarından olan Bafra’da Rumlar tarafından yine mübadele sebebiyle boşaltılan bir köye yerleştirilmişlerdi. Böylece zorunlu göçten sonra en kısa zamanda tütün üreticisi durumuna geçmeleri hedeflenmişti. Tütün piyasaları 2000’li yıllarda tamamen özelleşinceye kadar tütün oldukça önemli bir ihracat kalemi olarak devletin çok sıkı bir şekilde denetleyip müdahale ettiği bir üründü. Devlet bu piyasada en önemli oyuncu olarak sadece tütün üreticilerini dünya piyasaları ile birbirine bağlamıyordu. Aynı zamanda yine TEKEL eli ile açılan fabrikalar, tütün işleme ve depolama tesisleri, köy köy dolaşıp tütünleri denetleyen uzmanlar, Ziraat Bankası’ndan kullanılabilen krediler, Tarım Kredi Kooperatifleri sayesinde köylere kadar giren gübre, zirai ilaçlar ve diğer tarımsal gelişmeler tütün üreticilerini bir coğrafi ve ekonomik alan olarak da ülkeye ve bu alanın ortak sahipleri olarak da millete bağlıyordu.

Mübadil köy halkı içinse tütün üretmek sadece onları uzman birer tütün üreticisi olarak kalkınma planlarının ya da modernleşme fikirlerinin ortasına yerleştiren bir ekonomik aktivite değildi. Mübadeleden önce Yunanistan’daki köylerinde de kaliteli şark tütünü ürettikleri için tütün üretmek aynı zamanda geçmişle şimdiyi, eski memleket ile yeni memleketi ve kuşak kuşak mübadilleri birbirine bağlayan, köydeki tüm sosyal yaşamın mevsimsel döngüler halinde etrafında şekillendiği emek yoğun bir pratik idi tütün üretimi.  Mübadiller, tarlalarda tütün ekerken geride bıraktıkları topraklarla şimdiki topraklarını karşılaştırıyor ya da tütün dizerken memleketlerine dair hikâyeler anlatıyorlardı. Böylece mübadelenin, geride kalan memleketin anıları, tütün üretiminde işe yarar bilgiler olarak günlük hayatın içinde tutuluyor ve yeni kuşaklara da aktarılıyordu. Tütün üreterek mübadiller aslında mübadeleyi hatırlayıp, kendi kimliklerini de üretiyorlardı. Tütün üretiminin mübadil kimliğinin oluşmasındaki önemini buradaki yazıda ayrıntılı olarak bulabilirsiniz.

Ancak köydeki durum 2000’lerden sonra tütün piyasasının tamamen özelleşmesi ile değişti. Köydeki gençlerin çoğu 1990’lardan itibaren büyük kentlere göç etmeye başladı. Köy ise çalışan genç insanların çok az kaldığı bir emekliler köyüne dönüştü. Benim saha çalışmamı yaptığım 2011 yılında köyde hiç kimse tütün ekmemişti. Böylece köy sakinleri kendi tarihlerini yazmak ve aktarmak konusunda gerekli araçlardan yoksun iken, geniş aile ilişkileri içerisinde ve kuşaklar boyunca zorunlu göç anısını aktaracak bir sembole dönüşmüş tütünden uzaklaşmak zorunda kaldılar. Mübadil kimliğini canlı tutacak, 2008 tarihli milli ve mübadil vurgulu Atatürk büstü de tam böyle bir değişim dönemine denk geliyor. Artık mübadiller kimliklerini tütün üzerinden aktarıp, gösteremiyorlar. Dolayısı ile bu büst gibi sembolik alanlarda kimliklerini gösteriyorlar.

Bu Atatürk büstü vesilesi ile saha çalışmasından beslenen, insanları gözlemleyerek, dinleyerek veri toplayan bir sosyolog olarak ben de nüfus mübadelesinin ya da diğer zorunlu göçlerin gündelik siyasi kutuplaşmalara malzeme edilen ya da sadece yıldönümlerinde anılan birer tarihi olay değil; insanların kimliklerini, aidiyetlerini, günlük hayatlarını kuşaklar boyu etkileyen, hiç bitmeyen travmalar olduğunu hatırlatmak isterim.

 

*İlhan Zeynep Karakılıç. Gazi Üniversitesi, İktisat Bölümü'nde lisans, ODTÜ Sosyoloji Bölümü'nde yüksek lisans yaptı. Aynı bölümdeki doktora eğitimini 2015 yılında tamamladı. Halen Bahçeşehir Üniversitesi'nde Sosyoloji Bölümü'nde çalışıyor. Hem yüksek lisans ve doktora tezinde hem de yer aldığı çeşitli araştırma projelerinde; zorunlu göç, Türk-Yunan Nüfus Mübadelesi, göçmenlerin ekonomik içerilmesi, göçmen dövizlerinin etkisi gibi göç olgusunun çeşitli vehçelerinin yanı sıra toplumsal hafıza, kırsal sosyoloji ve sosyal ağlar konularında da araştırma yapmaktadır.

**Kullanılan görsel yazarın kendisine aittir.

***GAR Blog'ta yayınlanan yazılarda görüşler bütünüyle yazarlara aittir, Göç Araştırmaları Derneği'nin görüşlerini yansıtmaz.